Hürriyet

17 Şubat 2011 Perşembe

Kediler Hastanesi

Nerde Eski Dekolteler

A: Ben senin bana verebilme ihtimalini hesaplıyorum şu an.
B: Ne diyosun be manyak?
A: Sende istiyorsun biliyorum. Dekoltenden belli.

Hardcore Cemil

A: Ver bana.
B: Sana Filiz versin. Siktir git sapık herif!
A: Anladım sana küfürlü konuşmamı istiyosun. Seni sikecegun!

Adet ve Şantaj

A: Sevgilim nasılsın?
B: Bu seni hiç ilgilendirmez Ahmet! Sorumsuz herif!
A: Bitanem, ne dedim şimdi ben? Naptım yine?
B: Lanet olsun sana ayrılıyorum senden!   (Adet döneminde selam bile verme! Kaç ve kurtul! )

Filozof Liseli

A: Hepimiz sistemin çarklarından biriyiz. Susmamalıyız, direnmeliyiz!
B: Abi ayakabbılar yeni galiba? Güzelmiş.
A: Aynen kanka. Converse’den aldım.

Romantizm Evliliği Öldürür!

A: Özcan çok şaşırdım. Bana çiçek mi aldın sen? Aslan kocam benim.
B: Karıcım bir de uçak bileti aldım.
A: Ayy. Çok romantiksin Özcan. Tatile mi çıkıyoruz?
B: Hayır karıcım. Sen gidiyosun.
A: Nereye?
B: Ananın evine. Bıktım lan artık! Defol git kadın, huzur ver.

16 Şubat 2011 Çarşamba

Türk Kadını!

           Çok değişik bir ülke olduk biz. Gündem sıkıntısı yaşamıyoruz hiç. Ne hikmetse, son zamanlarda gündeme sürekli ''Kadın ve Yaşam Tarzı'' ya da ''Kadın ve Giyim Tarzı'' getiriliyor. Sürekli kadınlar hakkında fikir beyan ediyor herkes. Bunların çoğunlunun erkek olması ise; ayrı bir saçmalık. Ben feminen bir adam değilim. Bunu da kadınları savunmak veya ne biliyim korumak için falan yazmıyorum. Zaten hiçbir kadının ihtiyacı yok buna. Her kadın kendini koruyabilecek ve savunabilecek kapasiteye sahiptir! Önce bunu anlayın. Bu ülkenin kadınlarını tartışmaktansa; bu ülkenin kadınlarına destek olmayı öğrenin. Size diyorum. Salak siyasilere, salak profesörlere, salak ve geri kafalı bir takım insanlara. Ulan işin en acayip tarafı, evinde kendi eşine sözü geçmeyen adamların, çıkıp orda burda diğer kadınlar hakkında atıp tutması. Sizene benim annemden, kardeşimden, yengemden, arkadaşımdan, sevgilimden? Sizene? Size mi dert oldu nasıl giyinecekleri? Size mi dert oldu nasıl yaşayacakları? Ama asıl sorun bu; kimse kendi işiyle, kendi hayatıyla ilgilenmiyor. Herkesin derdi; bir başkasının hayatı, hatta direk olarak bir başkası.


          Kadın türban takıyor; ''siyasi simge'' diyosunuz. Kadın okul okuyor; ''ne işin var okumakla, git evlen'' diyosunuz. Kadın iş hayatına atılıyor; '' ne işin var kariyerle, otur evinde çocuğuna bak'' diyosunuz. Kadın dekolte giyiyor; kendini bilmez bir profesör çıkıp '' dekolte giyen kadın, tecavüzü hakeder'' diyo. Yuh be arkadaşım. Robot mu, kadın denen canlı? Komutla mı çalışıyor? Başkaları mı yönetmek zorunda? Gece dışarı çıkıp eğlense; suç. İstediği kıyafeti giyse; suç. Eğitim hayatına devam etse; suç. İş hayatına atılsa; suç. Hatta öyle bir şey oldu ki artık, evlense; yine suç. O zaman yaşamasın hiçbir kadın. Hepsini öldürelim. Kadın soykırımı yapalım. Ya bizim istediğimiz gibi yaşasınlar ya da yok edelim hepsini. Bu mu mantığınız? ''Mini etekli birine tecavüz etmek, suç değildir.'' Bu mu sizin düşünceniz. O zaman, kusura bakmayında beyniniz yok sizin. Varsa bile; kullanmıyosunuz. Töre cinayeti diye bişey var bu ülkede. Her ne kadar azalsada, yüzlerce kadın, kurban edildi töre cinayetine. ''Bakire değilse; namussuz!'' Senin namus kavramına sokayım. Her kişi, kendi namusundan sorumludur. Bir kimsenin namusu, bir başkasını ilgilendirmez. Özgürlük dediğimiz kavram, tam olarak budur. Tecavüz etmeyin kimsenin özgürlüğüne! Karışmayın arkadaşım, karışmayın! İsteyen türbanını taksın, isteyen dekoltesini giysin, isteyen okusun, isteyen evlensin, isteyen kariyer yapsın, isteyen evde oturup çocuk baksın. Ama karışmayın. Bırakın hepsi kendi yaşamını, kendi yönetsin. 


          Madem bu kadar önemsiyosunuz kadınları, o zaman; kadına şiddeti durdurun önce. Sokak ortasında bir adamın, karısını kurşuna dizmesini önleyin! Ulan ''Mor Çatı'' diye bişey var. Utanın be utanın. Kadınların yaşam şeklini yönetmektense; kadınların kendi yaşamlarını yönetmesini sağlayacak, özgürlüğü sağlayın. 


                        Herşeyden önce; kadına saygı duymasını öğrenin!

15 Şubat 2011 Salı

İnternet Gazeteleri

           İnternetin kullanımı arttıkça; hayatımıza etkisi de artıyor doğal olarak. Soyal medyanın gündemde olduğu şu vakitlerde, eski usül medyada kendine internette yer arıyor. Gazeteler için bunun en iyi çözümü; internet gazeteleri oldu. Bu bizim gibi vaktini internette harcayanlar için de iyi oldu. İki tıklamayla gazetelere ulaşıyoruz. Herkes sevmiyor tabi ki bunu, gazeteyi eline alıp, okumanın zevkini farklı bulanlar var, onlara da saygı duyuyorum tabi ki. Ama kim ne derse desin, internet gazeteleri büyük kolaylık artık okuyucular için. Ben de sürekli internetten gazete okuyanlardanım, lakin; gazetelerin web sitelerinin tıklanma kaygısı, tıpkı tiraj kaygısı gibi büyüyor her geçen gün. Sanırım bu yüzden okuyucuya saçmalıkları sunmaktan çekinmiyorlar. Üstelik bunu bu ülkenin en yüksek tirajlı gazetelerinin, web sitelerinde görebiliyorsunuz.


          Milliyet, Habertürk, Sabah, Hürriyet ve diğerleri. Artık hepsi internetten de hizmet veriyor okuyucularına. Ama bunu yaparken; tıklanma kaygısı yüzünden; internetten gazete okuma zevkimizi öldürüyolar. Mesela; Milliyet'in sitesine girdiğinizde, ana sayfada üç önemli haber var, diğer haberler ise saçmalık. ''X ünlün frikiklerini görmek için tıkla!'' Bir de bu saçma fotoğrafları, ünlemlerle falan süslüyorlar. sanki o siteye girenlerin tek derdi, bilmem hangi ünlünün memelerini görmek, ya da bacaklarını incelemek. Şimdi bu erotik içeriklerin yanına, fantasik, metafizik olaylara yer vermeye başladılar. 

'' Gökyüzünde görülen mucize olay!'' ''Uzaylılar gerçek mi?'' '' Bilmem kimin kehanetleri tutuyor mu?'' '' 15. Dünya savaşı kapıda mı?''


Bu ne lan? ''Alice Harikalar Diyarında''  hissediyorum kendimi. Bakın normal haber üç tane, bu haberler, bu fotoğraflar falan onlarca. Yani internet gazeteleri bize ne demek istiyor söyliyi mi? '' Bizim okuyucuyla işimiz yok, bize bu haberler için tıklayanlar gerekli.'' Gazetelerin bize bunu söyleyebilmelerinin en büyük nedeni, artık bu tip şeylerle ilgilenen insanların sayısının, mantıklı insan sayısından fazla olmasından kaynaklanıyor. Umarım bir şekilde, bu tip olaylar düzelir. Umudum yok o ayrı.


           Bir de bu internet gazetelerinde, haberlerin altına yorum yapanlar var. Onlar apayrı bir dünya. Onlar anlatılamaz. girip o yorumları okumalısınız. Abartmıyorum. Bir tecavüz haberine yapılan şu yoruma bakın, kararınızı siz verin; 


''Kız kuyruk sallamasa; adam tecavüz etmezdi. Bence tecavüz edenden çok; tecavüze uğrayanda suç var. Önce kuyruk sallıyorlar, oralarını buralarını açıyorlar, sonra da tabi tecavüz ederler. Namus kalmamış ki bu kızlarda.''


                              Şaka gibi, ama; gerçek! Çok gerçek!

14 Şubat 2011 Pazartesi

Aşk Sana Başka, Bana Bambaşka



                            
Aşk; Yarım Kalan Şarap'tır.
                            
                             Aşk; Orospu Kırmızı'dır.
                    
                             Aşk; kokusunu bıraktığı kazaktır.

                             Aşk; mutluluktur.

                             Aşk; kederdir.
 
                             Aşk; kavuşmaktır.

                             Aşk; özlemdir.

                             Aşk; kafiyelerdir.

                             Aşk; ilhamdır.

                             Aşk; sokaktır.

                             Aşk; müstakil bir evdir.

                             Aşk; devrimdir.

                             Aşk; Jazz'dır.

                             Aşk; yirmi dal zehirdir.

                             Aşk; 70'lik Yeni Rakı'dır.

                             Aşk; Requiem For A Dream'dir.

                             Aşk; fantastik bir romandır.

                             Aşk; kimisine ezan sesi, kimisine kilise çanıdır.

                             Aşk; soru işaretidir.

                             Aşk; 74 model Bugatti'dir.

                             Aşk; Toronto'dur.

                             Aşk; bir delinin günlüğüdür.


               Yani aşk sana başka, bana bambaşkadır. Sen başka anlatırsın, ben başka. Ama ikimizde eksik kalırız. Aşk; tamamlanması imkansız, tamamlanmaya ihtiyacı olmayan en mükkemel yaşama biçimidir. Herbirimiz başka yaşarız. Herbirimiz eksik kalırız. Sen Mecnun olursun, ben Tahir. Sen Leyla olursun, O Zühre...

Oda Tv Baskını

              Efendim bildiğiniz üzere ''Ergenekon'' operasyonu kapsamında Oda Tv'ye bir polis baskını yapıldı. Soner Yalçın , Barış Terkoğlu, Ayhan Bozkurt ve Barış Pelivan emniyet müdürlüğüne götürüldü. Sebebi ise, daha doğrusu görünen sebebi bu adamlar ''Ergenekon'' örgüt üyesiymişşşşş. Bu kanıya nerden varılmış? Oda Tv web sitesinde sürekli ''ergenekon'' karşıtı yayımlar yapılmasından. Burdan anladığım kadarıyla, bu saatten sonra bu ülkede kimse yapılan hiçbir operasyona, faaliyete, hükümetin işlerine ses çıkarmayacak! Aksi takdirde hemen ipiniz kesiliyor. ''Ergenekon'' sonuçlanmayacak, sadece birilerine gözdağı verme amaçlı, birilerini susturmak için; yapılmış ve gelmiş geçmiş en büyük fiyasko operasyondur. Gözaltına alınanların sadece muhalif sesler olmasıda bu fiyaskonun en büyük belirtecidir. Soner Yalçın'ın evi aranıyor, yüzlerce dökümana ve belgeye el konuluyor ve sanki Soner Yalçın kaçak biriymiş gibi sabahın köründe evinden alınıp eminyete götürülüyor. Operasyonu düzenleyenler ise kamuoyuna hiçbir açıklama yapmıyor, açıklama yapma ihtiyacı duymuyor. Çünkü; polis teşkilatı artık hükümetin kumanda ettiği bir teşkilata dönüştürülmüş durumda. Doğal olarak yaptıkları ve yapacakları hiçbir eylemden dolayı, kamuoyuna karşı bir sorumlulukları kalmıyor. Bu ne demektir? 


           Polis bu ülkede, öğrenciyi de döver, profesörleride gözaltına alır, gazetecileri de gözaltına alır, telefonlarımızı da dinler, istediği vakitte kimliklerimizi sorgular, istedikleri vakitte evimizi basarlar. Başbakanın diline pelesenk ettiği  ''demokrasi'' nerde kaldı o zaman? Sorarım bu yapılanlar demokrasinin hangi çeşidi veya biçimi? Soner Yalçın iyi ya da kötü olayların üzerine giden, araştıran, gerektiğinde belgelerle az ve öz konuşan bir adamdır. Bu yapılanlara maruz kalmasının da en büyük sebebi; üzerine gittiği olaylardır. Bakın seversiniz veya sevmezsiniz, ama bu yapılanlara kimse sessiz kalmamalı. Bize ne demeye çalışıyorlar farkında mısınız? 

                                            ''Kim olursan ol, hükümete baş kaldırma!''


            ''Taraf olmayan, bertaraf olur!'' diyen bir başbakanın, O'na karşı gelenleri böylesine sindirmeye çalışması bana çok doğal geliyor. İşin kötüsü; hiçbir şekilde sorgulamayan milyonlarca insan, halen bu hükümetin arkasında duruyor. Kafanızı kaldırın, bir bakın çevrenize neler oluyor? Gazeteler basılıyor, televizyon kanalları basılıyor, yazarlar tutuklanıyor, profesörler tutuklanıyor, askerler tutuklanıyor, mitinglere katılanlar dayak yemeye maruz kalıyor ve işin kötüsü bunlara maruz kalanlar sadece muhalif kesim! Demek ki; bu adamlar bişeylerden çekiniyor ve çekindiklerini gün yüzüne taşıyabilicek herkesi yok ediyor. Oda Tv baskını ilk değildir, son olmayacak. Daha kimler gözaltına alınacak, kimler tutuklanacak ve bizler bu gidişle hep seyredeceğiz. ''Aman bana kimse bulaşmasın.'' mantığı yüzünden hepimiz sindirilicez. Soner Yalçın'ın, Çetin Soysal'la görüşmesi sırasında anlattığı hikayeyle son veriyorum yazıya.

"Komünistler rahibe gidiyorlar. Rahip, 'Ben komünist değilim ki beni ilgilendirmez' diyor. Hitler, sonra sosyalistleri topluyor. Rahip, 'Ben sosyalist değilim ki, beni ilgilendirmez' diyor. Hitler daha sonra Yahudilere aynı uygulamayı yapıyor. Bu kez de rahip 'Ben Yahudi değilim ki beni ilgilendirmez' diyor. Gün geliyor rahibi alıyorlar. Rahip arkasını dönüyor. 'Bana yardım eden yok mu?' diyor. Bir bakıyor yardım edecek kimse kalmamış"

13 Şubat 2011 Pazar

Tüm yalnızlar, mutludur aslında.
Tüm yalnızlar, mutsuzdur aslında.
Tüm yalnızlar, huzurludur aslında.
Tüm yalnızlar, huzursuzdur aslında.
Tüm yalnızlar, umutludur aslında.
Tüm yalnızlar, umutsuzdur aslında.
Tüm yalnızlar, şarkıları sever aslında.
Tüm yalnızlar, şarkılardan nefret eder aslında.
Tüm yalnızlar, yalnızlığı sever aslında.
Tüm yalnızlar, yalnızlıktan nefret eder aslında.

                Yalnızlık; belki de en karmaşık, yalın kavram. Binbir çelişki içinde; çok net sonuçlar doğurabilen bir olgu. Yarınlara bakış açınızı değiştirebilicek kadar da , güçlü bir tema. Çok bilinmeyenli bir denklem. Yalnızlık, bazen sevgiliye duyulan özlemdir. Bazen, aileye, bazen dosta, bazen şarkılara, bazen şiirlere, bazen yazılara, bazen ise; huzura duyulan özlemdir. Aslında tüm insanlık yalnız. Kimileri farkında, kimileri ise; henüz değil.
 Ama bir şekilde herkes, tanışıcak onunla. Kademe kademe canınızı yakar, yeterli acının içinde yoğurulduktan sonra ise; mutluluk vermeye başlar. Tam terside olabilir; ilk önce mutlu olursun yalnızlıktan, sonra ise; acı çekmeye başlarsın. Aslına bakarsanız; bana göre hayatın sırrıdır yalnızlık. Neden mi? 


                          Yalnız doğar, yalnız ölür insan!

Penguen'de Yayınlanan Karikatür

           
                 Bu karikatür yüzünden; Penguen dergisine karşı bir linç girişimi başladı. Bu kadar büyütülücek ne var ortada? Kimsenin inancıyla dalga geçilmiyor. Kimseyle dalga geçilmiyor. Kimseyi incitecek bir durum yok. Bazen fırsat kollar durumda oluyor insanlar. Bu karikatür de bir çok kişiye bu fırsatı tanıdı sanırım. Penguen dergisi genel anlamda, muhalif bir dergi. Sanırım sırf bu yüzden bu karikatür bu kadar büyütüldü. Camiye namaz kılmaya giden herkes inancında dürüst mü? Herkes sırf inandıkları için mi namaz kılmaya gidiyor? Herkes sırf inançları için mi ibadet ediyor? HAYIR! Kocaman bir hayır. Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki; bu karikatürde anlatılan olayın aynısını yaşayan insanlar var. İyilik yaparken, ibadet ederken, yardım ederken, sevgi gösterirken; bunu reklam malzemesi olarak kullanan insanlar var. Bu karikatür bana göre gayette güzel vurgulamış, vurgulamak istediği düşünceyi. Ama; at gözlüğüyle bakarsanız olaylara doğal olarak; bu karikatürden çıkaracağınız sonuç çok daha farklı olur.Arkada ''Allah yok, din yalan'' yazıyormuş. Tamam sen de ''Allah var, din gerçek'' diyosun. Yani kimse kimsenin inancına hakaret etmiyor. Kendi inancından bahsediyor.

Herkes sizin inandığınıza inanmak zorunda mı?
    
Herkes sizlerle aynı duyguları paylaşmak zorunda mı?

Herkes sizin gibi düşünmek zorunda mı?

Herkes aynı şeyleri anlatmak zorunda mı?


                  Değil tabi ki. Zaten normal olan da budur. Bazen eleştirmek için bahane ararken; saçmaladığınızın, küçük düştüğünüzün farkında bile olmuyorsunuz. Bu karikatür ne inançla, ne inananla dalga geçiyor. Bu karikatür bir takım insanları eleştiriyor. Ve doğru biçimde eleştiriyor. Azıcık sağlıklı düşünmeliyiz. Azıcık mantıklı düşünmeliyiz. İnanç yüzünden; hükümetimiz bile saltanat sistemi gibi yönetirken bizi, lütfen artık inançları bahane ederek bir takım olguları yok etmeyelim. İnanç; sadece inanan ve inanılanın arasındadır. Kimsenin inancı, kimseyi ilgilendirmez. Ama ne yazık ki bizim ülkemizde ilgilendiriyor. Bence daha fazla yıpratmayalım Penguen dergisini. Çünkü; zevk alarak, her hafta çıkmasını sabırsızlıkla beklediğim bir dergi; Penguen. Bütün Penguen dergi çalışanlarını ve okurlarını sevgiyle selamlıyorum.

Anarşist Aşık

İnsanların çaresiz oldukları zamanları düşündüm. Çoğunluğun çaresizliğinin temelinde özlem vardı. Eminim ki Adem bile tatmıştı özlem duygusunu. Havva bile tatmıştı özlem duygusunu. Sevmek gibiydi bazen özlemek.Ölüm gibiydi bazen. Bazen ise annem gibiydi. Denizi olmayan şehirlere gittiğimde; denizi özlemek gibiydi,özlem. Yalanları özleyenler oldu, gidenleri özleyenler, dostlarını özleyenler, aşkı özleyenler.Aşkı özleyenlerin sayısı ise git gide çoğalıyor. Aşkı en çok özleyenler, ”yeni nesil” adını verdikleri bizler.
           Bizler işssiz kalma korkusunu taşıyanlarız, bizler eğitim hayatımızı mutlaka devam ettirmek zorunda olanlarız, bizler teknolojinin gelişmesiyle ”şanslı” diye düşündüğünüz, ama ”şanssız” çocuklarız. GDO’lu sebzelerin kobayları olan, sizin şanslı dediğiniz, ama şanstan bi haber ”yeni nesil”iz biz. Bu kargaşada aşkı nasıl bulalım ki? Belki de bizlerin en doğru yaşadığı, en doğru tattığı aşk; ailelerimiz. Çünkü artık kimse aptal değil. Oysa; aşk için aptal olmak gerek. Mantığı bir kenara bırakmak gerek. Peki bizler nasıl aptal olalım? Nasıl mantığımızı yok sayalım? Herkes bu kadar zeki, üstelik av peşinde koşarken. Küçük bir çocukken mutluluğun temelinde zenginlik var sanardım. Anneme  ”ben çok zengin olucam” derdim. Annem ise kızardı, paranın mutluluk değil, belki mutluluk için bir araç olabiliceğini söyledi hep. Lakin iki gün önce birlikte haberleri izliyorduk, yirmi beş bin lira için; iki insan ölmüştü. Haberi izledikten sonra, annemin yorumu ”artık herşey para olmuş.”
          Yeni bir düzen, yeni bir dünya, ve sürekli yenilenen bir yenilik var artık. Üstelik sana mutluluk vermeyecek bir düzen bu. Sadece birer makina olmamızı sağlayacak olan düzen bu. Ben makina olmak değil, aşık olmak isteyenlerdenim. Benim inandıklarıma göre mutluluğun temelinde, mutlaka aşk olmalı. Ama artık kolay aşk, kahraman aşık yok. Zor aşk, anarşist aşık var.

Sana İhtiyacımız Var Superman!

   Akp’ye oy veren aptaldır. Müjdat Gezen’e katılıyorum ama; Aziz Nesin’e katılmıorum. Türk milletinin %60ı değil,%70 - %75i aptal bana göre. Akp kimilerine göre kötünün iyisi gibi gözüküyor. Lakin; hiçbir kötülük, iyilik getirmez! Üniversite eğitimi almış bir insan, Akp’ye oy vermemeli, veremez. Ne biliyim aklı olan adam Akp’ye oy vermez. Ya siz manyak mısınız? Görmüyo musunuz? Adam padişah oldu. Farketmiyo musunuz ne kadar güçlü olduklarını? Cumhurbaşkanı eski bir Ak Parti’li. Yargı artık onların. Üniversiteler onların. Meclis onların. Ne kaldı ? Siz bu saatten sonra Akp’yi şikayet etmek için bile; Akp’ye muhtaçsınız. Görün artık şunları. Vermeyin bu seçimde oyunuzu. Mantığınızı kullanın, boş oy atın gerekirse. Ama AKP’YE OY VERMEYİN !
          Chp iktidar olamaz. Kendi içinde bu kadar çok sorunu olan bir parti iktidar olamaz. Zaten Kılıçdaroğlu’ndan başbakan olmaz. Kemal Kılıçdaroğlu bana göre belediye başkanlığı bile yapamaz. Maksimum memurluk yapacak bir adam. İnsanların liderlik ruhu,karizması,görünüşü ve bunlara uygun bir konuşma yeteneği olur. Kılıçdaroğlu’nda bunların hiçbiri yok. Muhalefet yapmaya kalktığı her platformda kendisini rezil ediyor. Sürekli, dibe batan taraf oluyor. Mesela Chp’nin koalisyonda olduğu dönemde çıkarılmış olan bir yasayı eleştirdi geçenlerde Kılıçdaroğlu. Bu çok komik bişey. İnsan kendi çıkardığı yasayı, kendisi eleştirir mi? Deniz Baykal bana göre Kılıçdaroğlu’ndan daha iyi bir liderdi. Her ne kadar son dönemdeki olay karizmasını ve prestijini sarsmış olsa da,bana göre konuşma yeteneği bile Kılıçdaroğlu’ndan elli kat daha iyiydi. Dediğim gibi Chp iktidar olamaz. Koalisyon olursa şansları artar. Ama zaten siyasete ticaret kapısı olan bakılan bir ülkede,bir parti Türkiye İş Bankası’nın çoğunluk hissesine sahipse; iktidar olup olmamayı önemsemez zaten.Bu parti Chp’dir. Bilmeyenler için söyliyim dedim.
          Mhp’den cacık olmaz. Devlet Bahçeli bizim okulda konuşma yapsa; okul temsilcisi bile seçilemez. Bence Mhp’nin artık bağırma,çağırma,isyan etme politikası tutmuyor. Bunu ilk önce kendileri farketmeliler. Ve bir an önce Devlet Bahçeli’den kurtulmaları gerekmektedir. Geçen bir istatistik açıklanmıştı. Mhp’li milletvekillerinin eşleri bile onlara oy vermemiş. Mhp için çok bişey söylemeye gerek yok diye düşünüyorum. Çünkü hallerinden memnun gibiler.
         Şimdi gelelim HEPAR’a. Osman Pamukoğlu denen adamın kurduğu parti. Peki bu Osman Pamukoğlu ne iş yapardı? Askerdi. TSK’ya bağlı,yıllarca terör örgütüne karşı mücadele etmiş,iyi bir komutan. Peki bu adamın siyasette ne işi var? Devleti yönetmek, bir tabur askeri yönetmek kadar kolay mı zannediyor? Ayrıca; Osman Pamukoğlu denen adam, terör örgütünün 1yıl kadar önce çok aktif olduğu dönemde,her gün televizyona çıkıp; ağlıyordu. Sürekli şehit olan askerleri anlatıp, ağlıyordu. Bu nasıl bir prim yapma şeklidir? Yani sözün özü HEPAR denen partiden de cacık olmaz.
         Benim kendi görüşlerimdir bunlar. Kimseyi bağlamaz, kimse de beni bağlamaz. Ama bana göre şu an bu ülkede oy verilebilicek tek bir parti yoktur. Ama mecburen oyumuzu vericez birilerine. Yine de bir ümidim var. Belki ”Superman” seçimlerden önce parti kurar. Sana ihtiyacımız var Superman!

Saat Sesi = Yalnızlık Belirteci

Genelde vaktini evde,internet,televizyon veya kitap okurken geçiren bir adamım. Tanıdığım çok fazla, ama pek arkadaşım yoktur. Yalnız hissederim kendimi ve bu yalnızlık hoşuma giden bir yalnızlık. Genelde sabaha karşı uyurum. Hafta içi veya hafta sonu farketmez benim için. Uyuduğum odada gürültü olmasın isterim. Sanırım bundan dolayı; saatin sesine kitlenirim. ”tik tak, tik tak, tik tak.” Bir süre sonra kendini kaptırınca; sesler bişey anlatır gibi oluyor. Kulak verip dinlersen eğer; bir yalnızlık şarkısı çalıyor. Saat dile geliyor sanki ve sana söylemek istediklerini, bir bir dökmeye başlıyor; ”Zaman akıyor, bak bu günüde bitirdin ve uyuyosun. Yine yalnız uyuyosun, yalnız yaşıyosun ve öldüğün zaman, tıpkı uyumak gibi; yalnız kalacaksın.”

Bazen Anlayamıyosun

Bazen anlayamıyosun. Naparsan yap anlayamıyosun. Kendi kendine konuşana deli diyorlar. Lakin bir tek kendi kendimle konuştuklarımı anlayabiliyorum. Çok fazla insan var koduğumun dünyasında. Çok kalabalık. Eskiden olsa,sokağa çıkıp, bağırsan; herkes dönüp sana bakardı. Şimdi dene aynısını, kimse farketmiyor bile seni. Bu yüzden anlayamıyorum işte. Bu kalabalığı çözmek gerçekten dünyanın en zor işi. Anlayamıyosun. Kimseleri veya kimseyi. Geceleri sevmeye başlıyosun bi müddet sonra. Bunun da en büyük sebebi; sakinlikten kaynaklanıyor. Kendi dünyana çekilebilme ihtimalinin var olması; gecelere olan sevginin artmasına yardımcı oluyor.
         Tam bu kargaşanın ortasında, kıvranırken; birisi çıkıp geliyor. Elini tutuyor ”hadi” diyor. ”Beraber anlayalım,anlayamadıklarımızı.” diyor. İnanıyosun,sende elini uzatıyosun. O’na güvenip gözlerini kapatıyosun. Gözünü açtığında ise; manzara korkunç. Elini bırakmış ve O’da gitmiş. O’da kalabalık olmuş. Bu defa aşkı çözmeye çalışıyosun. Aşk’a inancın zayıfladığından,bu kez olaya mantığını da dahil ediyosun. Ama sonuç yine hüsran. Çünkü aşkın en büyük düşmanı, mantıkmış. Bunu da öğrenmiş oluyosun.
          Çaresiz bir biçimde, kendini zamana teslim etmiş ve yuvarlanıyosun. Fakat; bu defa da, yalnızlık denen olguyla tanışıyosun. Tanışmamana olanak yok zaten. Çünkü; çözemediğin kalabalıktan kaçıyosun, beceremediğin aşktan uzaklaşıyosun, geceleri kendi dünyana çekilmeyi adet ediniyosun. Böyle olunca arkanı döndüğünde kimse kalmamış oluyor. Yalnızlıkla sevişmeye başlıyorsun. İlk başlarda canın yanarken, zamanla sevgili oluyosunuz. Güzel sevgilim; yalnızlık.

Sikmişim

Sikmişim Adriana Lima’yı,Megan Fox’a bişey olmasın.
Sikmişim seni,bana bişey olmasın.
Sikmişim Eros’u,Zeus’a bişey olmasın.
Sikmişim Bülent Arınç’ı,içkiye ve sekse bişey olmasın.
Sikmişim şarkıcıları,unkown artiste bişey olmasın.
Sikmişim dünyayı,marsa bişey olmasın.
Sikmişim Justin Bieber’ı,Portishead’e bişey olmasın.
Sikmişim Tumblr’ı,a4 kağıtlara bişey olmasın.
Sikmişim masalları,romanlara bişey olmasın.
Sikmişim Media Player’ı,Winamp’a bişey olmasın.
Sikmişim Fizy’i,Youtube’a bişey olmasın.
Sikmişim gündüzleri,gecelere bişey olmasın.
Sikmişim kolayı,süte bişey olmasın.
Sikmişim kalbimi,aklıma bişey olmasın.
Sikmişim ders kitaplarını,mantığıma bişey olmasın.
Sikmişim gideni,kalana bişey olmasın.
Sikmişim yazıcıyı,kalemlere bişey olmasın.
Sikmişim Ptt’yi,güvercinlere bişey olmasın.
Sikmişim mahalle baskısını,özgürlüğe bişey olmasın.
Sikmişim geçmişi,geleceğe bişey olmasın.
Sikmişim düşmanları,dostlarıma bişey olmasın.
Sikmişim 14Şubatı,sevdiğime bişey olmasın.
Sikmişim güneşi,yıldızlara bişey olmasın.
Sikmişim Mübarek’i,piramitlere bişey olmasın.
Sikmişim Lebron James’ı,Michael Jordan’a bişey olmasın.
Sikmişim Messi’yi,Rıdvan’a bişey olmasın.
Sikmişim Tayyip’i,ülkeme bişey olmasın.
Sikmişim Pkk’yı,askerime bişey olmasın.
                             Öyle işte…

Dizüstü Edebiyat

Efendim bildiğiniz üzere Dizüstü Edebiyat serisi ile ilgili olarak; HBBA bir yazı yazmış. HBBA’nın diğer tüm yazılarını olduğu gibi bunu da çok dikkatli ve defalarca okudum. İlk önce HBBA’nın birilerini eleştirdiğini düşünsemde; bence olay çok farklı. Olay eleştirmekten ziyade, bir oluşumun başkalaşmasına duyulan sitem gibi geldi. Twitter, Facebook, Blogger, Blogspot, Tumblr derken; birden hepimiz kendimizi adına ”Sosyal Medya” denen ortamın içinde bulduk. Aslında bakarsanız biz sosyal medya denen olayın ilk denekleriyiz. Başka bir deyişle ilk nesliyiz. İlk başlarda hiçbirimiz bu gücün farkında değildik. Hatta mesela benim Twitter açış nedenim; Sami Hazinses adıyla bildiğimiz Aras’la aynı nedendir. Facebook linklerinden görüp, Formspring hesabı açmıştım. Ordan bir arkadaşım ”olum Twitter açsana, karı kız kaynıyo.” demişti. Bende o şekilde bir Twitter hesabı açtım. Lakin zamanla Twitter hesabını kullanıp şeklim değişti. Takipçi sayınız arttıkça; olayı kendi şovunuzmuşçasına hissediyorsunuz. Bir anlamda sahnedesiniz ve seyircileriniz (takipçileriniz) sizden bir şeyler bekliyor. Yani demek istediğim hiçbirimiz ana haber bülteninde, Twitter ile ilgili bir şeyler görüceğimizi tahmin bile etmiyorduk. Veya Twitter’da ünlenip her hafta birilerinin Trt’ye konuk olacağını tahmin edemezdik. Ve en can alıcı noktası; hiçbirimiz sırf blog yazdığı, sırf tweet yazdığı için aramızdan birilerinin kitaplarının çıkacağını tahmin edemezdik.
             Dizüstü Edebiyat serisi Puccaa ile bir anda çıktı karşımıza. Daha kimse olayı tam kavramamıştı bile. Ben nefret doluydum bu seriye ve Puccaa’ya. Aslında bu konuda yalnız değilim biliyorum. Çünkü garip gelmişti; sürekli eski sevgilisine sallayan bir kızın, kitap çıkarmış olması. Belki de böylesine önyargılı olmamızın nedeni yıllardır kitap deyince; aklımıza ”edebi eser” gelmesidir. Mesela geçmişe bakıyorum Türkiye’de büyük sansasyon yaratan bir kitap var ” 100 Fırça Darbesi - Melissa P.” ülkemizin yanısıra; birçok ülkede güzel bir çıkış yakalamıştı bu kitap. Ama kitabın içeriğine bakarsanız, hiçbir şekilde bir edebi eser izlenimi o kitapta da yok. Ama kitap tutuldu ve satıldı. Kapitalizm diye inlerken dünya, doğal olarak bakkaldan aldığınız su bile bundan etkilenicek. Kitap sektörü nasıl etkilenmesin? Puccaa’nın kitabı bildiğim kadarıyla güzel rakamlara ulaştı. Ardından Sami Hazinses selamladı bizleri, sonrasında Onur Gökşen ve en sonunda Pink Freud. Aslına bakarsanız hepimizin ilk başlarda yadırgadığı bu seriye bir süre sonra gözlerimiz alıştı. Hatta bu serinin müdavimleri, yeni yazarları, yeni kitapları bekleyen takipçileri oldu. Ama bu olay böyle ilerlerken Dizüstü Edebiyat yazarlarının belki de ilginç biçimde gelen bu şöhrete alışmaları sorun oldu gibime geliyor. Kitaplar belirli satış rakamlarına ulaşınca ve internetten binlerce kişi arasından sıyrılıp kitap çıkaran şanslı bir kaç kişiden biri olunca; bir rehavet ve özgüven hakim oldu olaya. Kitabını beğenmeyen okuyucuyla münakaşaya girmelere falan. Olayın magazin boyutu çok ilgilendirmiyor beni. Lakin Cem Mumcu’nun Dizüstü Edebiyat yazarlarına duyduğu bu güven boşa çıkarılmamalı bence. Çünkü Dizüstü Edebiyat olayı günümüzü değil, bundan beş yıl sonrasını da ilgilendiriyor. Neden mi?
            Hemen anlatayım; çünkü bu iş bir sektör haline geliyor bütün dünyada. Bu işten kastım; sosyal medya. Geçen hafta dünyanın birçok ülkesiyle eşzamanlı olarak İstanbul’da Sosyal Medya Haftası yapıldı. Bu bir gelişimdir. Düşünsenize Twitter diye bir site kuruluyor ve bu site de insanlar 140 karakter harf kullanarak rejimleri deviriyor! Bundan 1yıl önce kimin aklına gelirdi ki bu? Kimsenin aklına gelmezdi. O yüzden sosyal medya artık büyük bir güç. Ve bu gücü ülkemizde kullanan ilk oluşum Dizüstü Edebiyat oldu. Dizüstü Edebiyat serisi ilk olmasının avantajlarının yanısıra; birçok dezavantaja sahip. Mesela; hep göz önünde olacakasınız. İlk ve tek olduğunuz için bütün ilgiyi üzerinizde topluyosunuz. Bu sıkıntılı bir durumdur. Çünkü iyi ve kötü taraflarınız hemen su yüzüne çıkar. İşte burda yazarlara düşen bana göre en önemli görev; kendilerinin birer edebiyatçı olmadıklarının farkına varıp, eleştirilere saygı göstermeyi becerebilmeleridir. Edebiyatçı olamazlar demiyorum kimse yanlış anlamasın, zaten buna karar vermek benim haddim değil. Ama şu an için, en azından bana göre; birer edebiyatçı değiller. Sonuç itibariyle bir kitap yazmayı göze alıyorsanız. Üretici konumuna geçiyorsanız. Bu işten hem maddi hem manevi kazanç bekliyorsanız. Tüketici yani okurun söylediklerini kaale almak zorundasınız. Okuyucuyla diyaloga girmeye veya okuyucaya hakaret etmeye hakkınız yok! Müşteri her zaman haklıdır. Madde kitapsa; müşteri okurdur. Dizüstü Edebiyat serisine çılgınlar gibi karşıydım. Lakin Cem Mumcu’nun Sosyal Medya programında söylediklerinden ve Onur Gökşen’in kitabını okuduktan sonra fikrim çok değişti. Umarım yıpranan ve yıpratılan bu oluşum daha fazla zarar görmeden herkes şapkasını önüne alınıp düşünmeye, kendi hatalarını aramaya başlar. Serinin devamını etkileyecek düzeyde hatalar yapmaktan herkes kaçınmalıdır. Dizüstü Edebiyat serisinin devamını ve hatta diğer yayınevlerinin de tıpkı Cem Mumcu gibi, blog ve Twitter dünyasına ilgi göstermesini diliyorum.  Haddimi aştıysam affola, saygılarımla.
                         Not: HBBA’nın yazısına gönderme veya eleştirme niteliğinde bir yazı değildir, üstelik haddim değildir. Kendisi abimdir.

Sevgisizler Günü

Sevgililer günü, adını verdiğimiz bir gün var. Ve o gün geldi. 364 gün aşk yokmuş gibi; tek bir güne sevgililer günü adını vermek bana çok saçma geliyor. Herkes aynı cümleyi kuruyor belki, ama mantıklı düşünürseniz; tamamıyla kapitalizmin getirisi olan özel günlerden bir tanesi. İki insanın birbirine, diğer tüm insanlarla aynı gün hediye alması, aynı gün bulşuması, aynı gün sevişmesi, aynı gün öpüşmesi vs… bana büyük saçmalıkmış gibi geliyor. Aşk; adını verdiğimiz duygu, iki kişinin sırrıdır. Özeldir. Üstelik özel olduğu vakit güzeldir. Sıradan bir günün adına sevgililer günü derseniz; özel olan, özel olması gereken bir takım duygular, özel olmaktan çıkıyor. Bunun yanısıra adeta tüm duygularınızı ilan ediyorsunuz herkese. 14 Şubat günü sokaklarda çok komik oluyor. Her köşede bir çifte rastlıyorsunuz. Ve işin komik tarafı, sokakta gördüğünüz o çifti belki ömrünüzde ilk ve son kez görüceksiniz, ama; onların o gün neler yaşayacağını biliyorsunuz. Mesela benim yaklaşık 1yılı aşkın süredir, bir sevgilim yok. Ama inanın tüm samimiyetimle söylüyorum, olsaydı bile; 14 Şubat günü O’na hediye almazdım. Çünkü içimden gelerek almış olmuyorum o hediyeyi, tamamen zorunlulukmuş gibi almış oluyorum. Büyük saçmalık.
              Kimse yanlış anlamasın. Sevgililer gününü kutlayan, kutlayacak kimseyi yadırgamıyorum, zaten banane de mi? Ama ilginç geliyor bana bu tür durumlar. Bir günü özel kılmak için; o güne bir isim koymak şart mı? Anneler günü, babalar günü, sevgililer günü, öğretmenler günü vs vs.. Oha! Ne kadar çok özel gün var. Açıkçası ne para dayanır, ne sevgi yeter bütün bu günlerin altından kalkmak için. Evet, sevginiz de yetmez, sevginiz de biter. Çünkü; kutladığınız bütün bu günler, görevmiş gibi geliyor bir yerden sonra. İçinizden geldiği için; birlikte değilsiniz ki o gün. Adına ”özel gün” dendiği için birliktesiniz. Çok zor, gerçekten zor. işin ilginç yanı, sevgililer günü dediğimiz bu gün, artık ana haber bülteninde bile yer buluyor kendine. Çüş be kapitalizm! Harbiden çüş! Bi dur, bi soluklan, bi kendi halimize bırak bizleri. Tüket,tüket nereye kadar ? Bütün alışveriş merkezleri tıkabasa doluydu geçtiğimiz hafta. Kredi kartı borcu, ekonomik kriz, ev kirası, okul masrafı, mutfak masrafı, ev masrafı falan hepsini unuttu birden insanlar. Herkesin tek bir amacı var; sevgiliye hediye almak! Ayrıca bu hediyenin pahası, güzelliği, sevgiliyi etkilemesi de çok önemli. Basit bir hediye mutlu etmiyor artık kimseyi. Baya ilginç durumlar bunlar.
          Son birkaç cümlem daha var. Bu özel gün çılgınlığı, ilişkilerdeki tüm özel hayatı bitirdiği gibi; samimiyeti de öldürüyor. Düşünsenize hediyenizi beğenmeyen bir sevgiliniz var. ”Ayşe’nin sevgilisi tek taş almış, sen gül alıp getirdin.” Oha! Yemin ederim böyle diyaloglar bile oluşuyo artık; çiftlerin arasında. Hani nerde aşk? Hani nerde sevgi? Hani nerde duygu? Kalmıyor de mi? Bitiyor. Yavaşça hepsi bitiyor. Ben bu yazıyı yazdım diye; tabi ki gidişat değişmeyecek. Umduğum tek bir şey var, farkındalığı olan insan sayısının artması. Bu gidişle bundan 10 yıl sonrası; sevgililer gününden ziyade, ” Sevgisizler Günü” olarak anılmaya başlayacak.